Monday, May 15, 2017

SIR EDMUND HILLARY'NİN KEMİKLERİNİ SIZLATAN TÜRKLER



Sağolsun rahmetli Thomas Edison, ampulü bulan ilk Amerikalı'ydı. Yılmaz cesareti de örnekti. Ünlü de bir sözü vardır hatta, 999 kez deneyip, en son 1000. denemede bulduğuna dair. "Ben başarısız olmadım, sadece, ampulü keşfedemeyen 999 yol buldum." Kararlılık, zoru gerçekten zor koşullarda başarma mücadelesi, yenilmemek, hepsi vardır o hikayede. Bir kez de eline bayrağı alıp sallamadı "Ben buldum! Ben buldum!" diye. Bu yazımız, sporcunun, ciddi anlamda atletizmle uğraşanların, sosyal anlamda nasıl bir örnek olmalarına, daha doğrusu olmamalarına dair. Ciddi bir bilgi eksikliği ile Türkiye'de reklam pazarında ün yapmış kişilerin, son dönemde "göz boyama" metodu ile çok başarılı bir şekilde yaptıkları paylaşımlara açıklık getirmek ve Türkiye'yi aydınlatmak. Çünkü, "UYUYORSUNUZ! UYUTULUYORSUNUZ!" 

Everest Dağı, Kutsal Anne
Deniz seviyesinin 8,848 metre üstündeki dünyanın en yüksek dağı. Filmlere konu olmuş, dağcı olmayanların dahi adrenalin seviyesini üst düzeylere çıkaran bir doğa harikası. İnsanoğlunun zoru, imkansızı başarma arzusu, Everest Dağı ile de birleşince, ortaya elbette güzel hikayeler çıkıyor. Zirveye ilk çıkışı, 29 Mayıs 1953 yılında Edmund Hillary ve Tenzing Norgay gerçekleştirip dünya tarihine adını yazdırmışlardır. Tibetçe "Kutsal Anne" anlamına gelir Everest'in adı.
Sir Edmund Hillary ve Tenzing Norgay
8,000 metre üzeri, "Death Zone" yani "Ölüm Bölgesi" dir. Kutsaldır işte bu dağ, devasalığı ile bile. Adı çok değerlidir, oraya tırmanan dağcılar gibi. Ülkenin % 25.2 si fakirlik sınırı altında olan NEPAL için, Everest Dağ'ı önemli bir turizm kaynağıdır. İşte bu nedenle de, dünyaca yaygın, turistik yarı maraton ve maraton turları yapılır. Bu turlara katılmak için paradan ve sağlığı yerinde olmaktan başka kriter aranmaz. Tabi kişinin "cesaretini" azımsamayalım. Macera ruhlu, cesur herkes, yanında maddi desteği de aldı mı, iş bitmiştir. Gerisi idmanlara kalmış. Everest bir dağdır, dağa tırmanılır. Dağ, koşulmaz. Keza, 21K lik yarı maratonu bitiren erkeklerin 1. si yaklaşık 3,5 saatte; kadınları en az 4 saat üzeri bitiriyor. Anlaşıldığı üzere bildiğimiz anlamda "koşulmuyor." 

Maliyet 

Everest'e dağa çıkma izni, "base" yani "ilk temel bölge" için $1000 ve her 500 metre başına artıyor. Ayrıca 8,848 metre için de yaklaşık $3,350 "permit" yani "izin" belge ücreti alınır. Şimdi izni aldınız, tırmanmaya hazı mısınız? Yok, kazın ayağı öyle değil😂 Ayrıca, Nepal Hükümetine kişi başı $25,000 ve 7 kişilik bir dağcılık ekibiniz varsa $70,000 a yakın ücret ödemeniz gerekir. Bundan sonra DAĞI ÇIKMAYA ve mücadelenin en zorlusuna hazırsınızdır ve bunu çok az kişi başarmıştır. Bu yüzden EVEREST adı kutsaldır. Şimdi turist koşucular panik yapmayın😊 Nepal bu işi turizme çevirdiğinden, sadece "base" de yani Everest Basecamp de 5364m de başlar aşağıya doğru 3446m de biter. 

Everest Maliyeti
Tabi "Yarı Maraton yani 21KM" koşacaklar için mesafe daha da kısadır. Atalarımızın dediği gibi, "parayı veren düdüğü çalar" yani minimum $2300 (yarı maraton) ila $3000 (tam maraton) ücret, ulaşım ve artı masrafı karşılayan herkes gidebilir. Çok değişik tur acentaları götürür ve örnek bir acenta linki aşağıdadır. Tur Bilgisi

Everest Yükseklik

Everest Zirvesini Tırmanmış İlk Türkler

Dünyada ilk Sir Edmund Hillary ve Tenzing Norgay'ı takiben sınırlı sayıda dağcı adını tarihe yazdırmıştır. Gelelim Türk olmak meselesine. 5 müthiş isim vardır ve ilki AKUT'un kurucusu değerli dağcı Nasuh Mahruki'dir ve 15 Mayıs 1995'de Everest'in zirvesine çıkmış "İlk Türk ve Müslüman" dır. Şimdiye kadar, Nasuh Mahruki'nin yanısıra, toplam 5 Türk Everest'in zirvesinde Türk Bayrağını dalgalandırmıştır. 15 Mayıs 2006 da ise, Ankara Ortadoğu Üniversite'sinden Eylem Elif Maviş ve Burçak Özoğlu Poçan, Everest'in zirvesine çıkmış ilk iki Türk Kadını olmuştur ve dağa, adlarını silinmemek üzere yazdırmışlardır. (Kaynak, Wikipedia)

Reklam Koşucuları 

Tarihe bakınca ve bu kadar zorlu işlere adlarını yazdıranları görünce, şu son dönemdeki "reklam koşucuları" için açıklama getirmek mecburiyetini hissettik çünkü Türkiye artık okumuyor! Görsele bağlanmış, kim, ne, nasıl demeden "poh poh" yarışına girmiş. Yapmayın etmeyin! Hiç maraton koşmamış isimler çıkmış "Everest Mararonu'nu ilk koşan Türk Kadını", diğeri "Çin Seddi Maratonu'nu koşan ilk Türk Kadını" olma yarışına girmiş. Ya, ayıptır, günahtır yapmayın. Siz bi gidin Türkiye'de susuz ortamda 42KM koşun ondan sonra "Maraton" koşacağız deyin. Ya da doğru bilgi verin neden isim kullanıp yanlış reklamla ün peşindesiniz? Ya sizler çok eğitimli, akıllı, özgür, bağımsız, modern görünen kadınlarsınız. Bizim görevimiz değil mi "Kutsal Anne" gibi "Doğruyu Savunmak!" Dünyada yedi seneden az koşmuş kişi kendine "koşucu" bile demez, acemidir. Bizler "ünlü atlet" olarak okuyoruz sizi. Bırakın onlar yazsa da siz deyin ki "bu doğru değildir!" Ya bir de 21KM yarı koş, yarı yürüyecekken neden "Maraton" dersiniz!!!! Türkiye'deki ünlü maratonculara ayıp! Boston Maratonu'nu koşmuş ve 2. gelmiş Sayın Veli Ballı'ya, Türkiye'nin ilk kadın maraton, ultra maraton ismi Bakiye Duran'a, Rio Olimpiyatları'nda Türkiye'yi temsil eden Bekir Karayel, Ercan Muslu'ya, 2 saat 35 dakika'da maraton koşmuş Türk kadın Maratoncumuz Esma Aydemir'e, Türk Dağcıları'na ayıp! Cesaretiniz alkışlanır! Kıvrak zekanız alkışlanır ama yanlış göz boyama reklamlarla piyasada sporu ve kutsal dağı alet etmeniz alkışlanmaz. Ne olur dikmeyin o bayrağı olur mu! Zaten dikildi! Dağa çıkılarak dikildi! Tura katılan hiçbir turistik koşucu, kendi ülkelerinde ilk olsalar dahi böyle bir reklam yapmaz. Klas olmanın ölçütü budur; sporcu, başarılarıyla, yaptıklarıyla, yapacaklarıyla, tarihe gösterdiği saygıyla örnek olur. 

Heee ben kim mi oluyorum? Benim ne işim mi var, niye mi yazıyorum bunu? Geçen hafta duyduğum, Kaliforniya İş Kadınları Derneği'ndeki konferansdaki söz güzel özetler: "Well-behaved women seldom make history!" Yani "cici kızlar, çok nadir tarih yazarlar."  Anlayana!

GülsüÖztürk Rüstemoğlu





Sunday, May 14, 2017

BİR KOŞAN BABA İZNİK ULTRA'DA / SERKAN YILDIZ

Bir Koşan Baba'nın İznik Ultra 2017 Hikayesi

Ne ultralar ne koşular biriktiriyoruz hepimiz. Canlılığını koruması için hemen beynimizde diziyoruz kelimeleri ardı arkasına. Hatırladıkça kalp atışımızı hızlandıran adrenalin, acı, sevinç, ve gurur!

İşte İznik Ultra günüm, 22 Nisan'a uzanalım. Yok yok, 21 Nisana ya da, biraz daha uzun tutmam gerekirse Şubat ayının başına gidelim. Buradan başlamamdaki amacım, calf adalemdeki 7mm yırtığın tam anlamıyla iyileştiğini düşündüğüm ve tekrardan idmanlara başladığım tarihe denk gelmesinden. 2,5 ay süren bir sakatlık dönemi geçirmiştim. 2,5ay civarı hemen hemen hiç koşamadım, hatta  bir ara "hiç koşamayacağımı" bile düşündüm ve çok inanılmaz agresifleştim. Ruhsal olarak sıkıntı yaşadım, resmen psikolojim bozuldu, eşim artık dua eder olmuştu: "iyileşse de, koşsa!" diye. Çünkü sürekli negatif bir adam haline dönüşmüştüm.  Neyse, daha fazla dert yanmadan hikayeye döneyim. 😊 İyileştiğimde İlk koşularımı, düşük tempolar ve kısa mesafelerle geçtim;  elbette kendimi tarta tarta baktım ki, nefesle ilgili bir sıkıntım yok. Fakat ciddi anlamda kuvvet olarak eksikliğimi gördüm ve böyle olunca, ağırlığımı o yöne verdim. Kendi yaptırdığım basamakla kuvvet yüklemesi artı artık daha uzun ve tempolu koşulara da başladım. Toplamda İznik Ultra'ya kadar 900 km civarı bir idman koşusu, bunun içinde en az 10km civarı yükselti koşmuştum ve bunların içinde interval, endurance, yokuşlar da yer almıştı. 

Gelelim, insan vücudunun kendi sınırlarına ve doğaya meydan okuması gününe. 21 Nisan, yarıştan bir gün öncesine. Diyeceksiniz ki "artık yarışı anlat kardeşim!" Ultra böyle bir tecrübe ki, ayrıntısı çok, hiçbir şeyi atlamak istemiyorum; hem benim eksik olduğum noktaları, hem de kendinizde gördüğünüz yarışa dair muhtemel eksikleri tam olarak anlayabilmemiz için seçtim detaycı yaklaşımı biraz da.  bilmeniz için tüm detayları ile anlatıyorum. İznik'te hava şartlarının ve zeminin durumunu öğrenmek önceliğimdi, çünkü tüm hazırlıklarımı ona göre yapacaktım.

Kullanılacak Malzeme ve Kıyafetler

Yarışta giyeceğim ayakkabı, kıyafet, çanta bana göre bu işin arka mutfağı gibi; kötü malzeme, kötü yemek, hatalı seçilmiş bir ayakkabı size yarış bıraktırabilir ya da kıyafetin yaratacağı sürtünme size büyük eziyet olur ve yarışın sonunu göremezsiniz. Ayakkabı,kıyafetler ve çanta mutlaka bir kaç defa denenmiş olmalı, hani yeni aldığım cicilerimle ultra koşacağım derseniz, bırakın "Ultra" koşmayı, koşmaya tövbe edersiniz. Ben, hava yağmurlu olduğundan ayakkabı seçimimi, altı daha tırnaklı olan bir ayakkabıdan yana kullandım; ama yine de ayağım çok ıslandığından dolayı belli bir yerden sonra çorapların ıslaklığından dolayı ayağımdaki sürtünme fazlalaştı ve bu da ciddi su toplamalarına sebebiyet verdi. Doğal olarak, sonlara doğru beni ciddi ölçüde yavaşlattı, demek ki buradan çıkacak en önemli ders, sudan mümkün olduğunca uzak durun ve mutlaka çantanızda bir veya iki çift yedek çorabınız olsun. Daha önce koştuğum tüm Ultralarda hep ilk tercihim tayt olmuştur çünkü pişik olmaktan hep çekindiğim için, bir de çalı çırpıdan bacaklar korunsun diye fakat bu sefer şort tercih ettim pişik olma ihtimali olan her yeri iyice kremledim ki iyiki de kremlemişim çünkü hiç pişik sorunu yaşamadım ve iyiki de şortla koşmuşum bana çok daha rahat geldi.
Sonuçta bu bir tercih, bana iyi gelen size gelmeyebilir o yüzden mutlaka daha önceden deneyin. İçime uzun kollu, yapışan termal bir giysi giydim bu da hem koltuk altımı hem de göğüs uçlarımı koruma amaçlıydı, elbette bir de iyice kremledim işimi sağlama aldım. Çantayı 20lt büyük bir çanta olarak tercih ettim havadan dolayı, çünkü içine, üstümdeki her kıyafetin bir yedeğini koydum, çok ıslanırsam değişme şansım olsun diye ve ilerleyen istasyonlarda bu değişimi yaptım. İnanın, sanki yarışa yeniden başlamış gibi oldum, süper bir motivasyon oldu. Bir de aklıma gelmişken mutlaka birgün öncesinden ayak tırnaklarınızı kesin yoksa sonuçları çok acı olur:) Gıda olarak, yanıma beş adet jel ve iki adet çikolata aldım istasyonlardan, yediklerimle bana yeterli geldi; ama elbette bu herkes için değişebilir, sizin midenize kalmış bir durum. Hazırlık süreciyle ilgili en kritik detaylar bunlar. Hımm bir de en önemlisi belki de yarış parkurunu kağıt üzerinde en az beş defa koştum, hangi istasyonda kaç dakika dinleneceğim, ne kadar pacle çıkışları ve inişleri koşacağımı hesapladım ve planın dışına asla çıkmadım, bunun da inanılmaz faydasını gördüm.       Ayrıca, istasyonlar arası strateji size koşacağınız mesafeyi de unutturuyor, bence güzel bir taktik.      

22 Nisan Sabahı

Gelelim 22 Nisan sabahına.... Bizi İznik'ten Orhangazi'ye arabalarla taşıdılar yol boyunca benim bu yarışı bitireceğime inanan, güvenen insanları, eşimi, çocuklarımı düşünerek kendimi motive ettim. Starta geldiğimde hava güneşli, ama biraz sabah saati olmasından dolayı serindi ve hemen aklıma gece yarışa başlayan 140 km koşanlar geldi ve halime şükür edip kendime bir motivasyon sebebi daha buldum. Start anı, her start anı gibiydi sanki 10 km sonra yarış bitecek gibi rahat resimler falan çekildik, makara kukara dediğim gibi sanki 10 km koşusu 90 km kafadan sıfırlanmış gibiydi. Saat 9:00 yarışın Start almasıyla birlikte Solöz'e kadar hedeflediğim 5:30 temposuyla yarışa başladım, büyük bir kısmı asfalt olan bu etap Solöz'e vardığımda 5:16 pacele geçmiştim ve 5 dak. dinlenmeyi planladığım noktada, biraz hızlı gelince 7 dak. civarı dinlenerek geçtim. Bu istasyona kadar yanıma hiç su almamıştım, ilk iş olarak sularımı doldurdum, masada bulduğum tuzlu gıdalardan kendime ufak bir menü yaptım (zeytin,peynir,tuzlu kraker) biraz da portakal ve limonla takviye ettikten sonra Narlıca'ya doğru yol aldım. Bilen vardır bilmeyen vardır o yüzden şöyle anlatayayım; burada sağlam bir rampa var 800-850m civarı. Kağıt üstünde bu yokuşu yavaş bir tempoda ama hiç durmadan koşmak vardı, öyle de yaptım, belki sadece bir 100 m civarını yürümüşümdür. Artık inişe geçince çok rahat bir tempoda Narlıca'ya kadar hiç durmadan girdim. İstasyonda beni Aykut
Çelikbaş hoca karşıladı, çayımızı çorbamızı ikram etti ve bir ufak menü daha yedikten sonra, Aykut hocadan önümüzdeki zorlu iki parkurun bilgisini aldıktan sonra yükseltisi toplamda 1200 m mesafesi 19 km olan ve ilk istasyonda gıda olmayan bu iki zorlu parkur benim için başlamış oldu. Parkur gerçekten zorluydu, sert bir çıkıştan sonra teknik parkurlar, (iple iniş), sert inişler derken 9 km bitti ve Müşküle köyüne girdim, köyde bir çeşmede elimi yüzümü yıkadım, ayaklarıma soğuk kompres yaptım, çünkü hem kasıklarımda hem de sağ üst adalemde ufak kasılmalar oldu ve istasyonda sadece su olduğunu bildiğim için sularımı da doldurdum, bu istasyonu pas geçtim böylece ve Süleymaniye'ye doğru yola çıktım. Burada asfalt yokuşu çıktıktan sonra ormandaki patikaya girdim, tahminim 48 km veya 50 km civarıydı zemin ara
ara çamurluydu, buralara basmamak için kafamı biraz fazla eğmişim ki, bir iki işaret kaçmış gözümden ve yolda patika olduğu için işaret göremeyince hiç farketmeden 1 km civarı yoldan çıkmışım. Durumu fark edince hızlı bir şekilde geri döndüm, ama oraya kadar geldiğimde öz güven kaybım tavan yaptı ve inanılmaz gerildim kendime sürekli söylendim durdum, 12-15 dak civarı bir kaybım oluştu; neyse yolu sonunda buldum ve tekrar rotaya girdim. Ancak zaman kaybını telafi edeyim derken tempodan çıkınca yani kontrolü kaybedince iki ayağım birden kasıldı ve bu canımı daha da sıktı, orda hemen beynimde acil durum toplantısı yaptım. "Kaybettiğin zamanı unut, kontrolü eline al, söylenmekten vazgeç Serkan!" dedim ve de öyle de yaptım. Hemen orda iki bacağıma ince bir masajla sertliği aldım ve yoluma devam ettim. Süleymaniye'ye geldiğimde kasılmalar biraz daha arttı, bunun üzerine iyi bir dinlenme kararı aldım, 15 dak civarı burada dinlendim, çorbadan tutun da, ekmek arası peynir, zeytin ne bulduysam yedim. Bu sefer masajı biraz abartarak iyice yumuşamasını sağladım, iyi dinlenince ve iyi beslenince ve de ayağa kalktığımda kasılmalardan eser kalmayınca yola devam etme kararı aldım. Eğer şiddetini düşüremeseydim bir ara pes eder gibi oldum, elbette bana güvenen, başaracağıma inanan eşim, çocuklarım gözümde canlanınca birden içimdeki Voltran tekrardan oluştu ve koşmaya başladım ve gördüm ki ne ağrı ne sızı kalmadı. Sadece, 3 veya 4 km ilerledikten sonra sol ayağımın serçe parmağı inanılmaz kötü oldu çok acıyordu ve diğer problemlerden onu hiç farketmemişim. Su topladı demek isterdim, ama su ötesi kan toplamış idi bunu da yarış sonunda gördüm çünkü ayakkabıyı çıkartırsam yarışı bırakırdım, parmak ayağıma sığmaz oldu bu
beni bir hayli yavaşlattı ama bu seferde aklıma Kapadokya'daki dersde Gediminas'ın Robot-İnsan-Robot TEMA'sı aklıma geldi ve kendim, belki komik gelecek ama Robotlaştırdım ve o acıyı beynimde sıfırladım. İnanmayacaksınız belki ama, gerçekten başka türlü o saatten sonra o yol bitmezdi yarışın 3/2 bitmiş geriye 3/1 bölüm kalmıştı, ama dediğim gibi tamamen Derbent Köyü'ne odaklı, sanki yarış orada bitecek gibi kendimi kilitledim ve 350 m çıkışı bir o kadar da inişi olan parkuru, tempomu bozmadan koşmaya başladım. Şimdi de yağmur şiddetini artırmaya başladı ve bu da parkurun daha çamurlu olmasına sebebiyet verdi, ama bir güzel yanı da havanın soğumasıyla kasılmalar azaldı. Bildiğiniz gibi, Ulta moral işi, herşeyden bir Pollyanna çıkarmak gerek.

Derbent Köyü'ne geldiğimde saatim 72 km gösteriyordu, vay be!, dedim son     istasyonu görmek de varmış, o zaman finish'i de göreceğiz dedim. Aklıma, Cem Yılmaz geldi finishde beni görecek mi? diye sordum kendime; bu arada yorgunluk tavan seviyedeydi bir 10 dak. kadar dinlendim, yine ne bulduysam yedim.  Hava da soğuduğundan ötürü, kaslar çabuk soğudu, bu da bu istasyondan çıkışımı çok güç hale getirdi. Büyük bir bölümü yokuş aşağı olan bu bölümde fazla su alma gereği görmedim ve sadece bir kaba su aldım, artık koşmaya hazırdım ve başladım, ama o da ne, sağ ayak bileğim ve tabanımın içi inanılmaz bir ağrı sinyali verdi, yine kendi kendime bunu sorguladım, bunun yorgunluk ve kaslardaki soğumayla ilgili olduğunu düşündüm ve kendime beynimden vücuduma "koş!" talimatını yeniledim ve biraz ısındıkça hiçbir ağrım kalmadı, Yarış sonrası da bununla ilgili hiçbir sıkıntım olmadı, kararım doğruymuş, belki de vücudum bana orada durmam için bir oyun oynadı ama her seferinde olduğu gibi pes etmedim ve100 m kadar yokuş çıktıktan sonra artık iniş başlamıştı, son düzlük gözükene kadar koştum, serçe parmağım daha da kötüleşmişti ve ağrının şiddeti çok artmıştı, böyle olunca düzlüğe gelince yavaşladım ve hemen hemen 2 km civarı yürüdüm, çünkü düz asfalt koşmak beni acıyla birlikte mental olarak bitirdi, İznik finsh'ine yaklaşınca son 1 km koşmaya başladım. Bu kadar gelmişsiniz, sonda kuvvetli gözükmek istiyorsunuz, elbette hani alkışlayanlar olur hadi az kaldı diyenler olur diye, son bir kuvvet yola koyuldum; ama ne yalan söyleyeyim yağmurun da etkisiyle, kimselerin olmadığı bir finish oldu ve böyle sesiz sedasız girince biraz canım sıkıldı ama yine de havanın kararmasından dolayı finish' deki saatin ışığını
görmek, 87 km bittiğini bilmek içimde inanılmaz bir duygu karmaşası yaratdı... müthiş bir haz... gurur ve de ve de...              Her zaman dediğim gibi "Acı Yoksa Başarı da Yok ve Ve Her Ultra Kendi İçinde Ayrı Bir Tecrübe, Ayrı Bir Yaşanmışlık" ve bence hiçbirinin taktiği bir diğerine uymaz. Ultralar koşulur, tecrübe edilir ve bir sonraki yarışa her seferinde yeni dersler çıkarılır. Şimdi bir kaç gün vücudumuzdaki ağrılarla uğraşacak, bol bol dinleneceğiz. Şunu unutmayın 42,195 km üstü her koşu "Ultra" statüsüne girer, eğer koşmayı seviyorsanız mutlaka bu duyguyu bir kez olsun deneyin, inanın sınırlarınızı görünce inanamayacaksınız, çünkü bir sınırınızın olmadığını görmek sizi özgüven olarak hep bir ileriye atacak.  Ne kadar ter dökerseniz, o kadar daha iyi olacaksınız. Unutmadan, bir de, yokuş idmanı yapmadan sakın Ultra denemeyin çok sakıncalı:-) 

BİR DOST, #son mohikan  

SERKAN YILDIZ







Tuesday, May 2, 2017

BİR GÜN SEN / Volkan Yildiz


Bu bir Boston Maratonu hikayesidir, ama öncesini de anlatmam lazım ki olayların birbirine bağlantısı kolay olsun, tabi öyle taa koşuya ilk başladığım yıllara gitmeyeceğim; ama merak edenler için o dönemin hikayesi de şu blog yazısında yer almaktadır.
http://kosudunyasi.blogspot.com/2017/02/boston-maratonuna-giden-yildiz-ya-bu-ne.html
Sadece Kasım 2016 daki İstanbul Maratonu'na gideyim ki aradan geçen bu kısa zamanı nasıl değerlendirdiğim ortaya çıksın. Boston Maratonu benim 5. maratonum olacaktı. Bundan önceki ilk maratonumu bitirmek için, sonrakini gizli sub 3 (Maratonu 3 saat altında koşmak) ama iyi bir skor için, son 2 yi de resmî hedef olarak 3 saat altı denedim, ama olmadı. Kasım 2016'da İstanbul Maratonu'nda, bitiş çizgisine yaklaştığımda 03:00:04'ü görünce, o an, büyük bir hayal kırıklığı yaşamıştım çünkü çok çalıştım çok emek vermiştim ama yine olmamıştı; daha ne yapabilirdim ki.
                                                    
Boston'da ilk koşu
Ben hatırlamıyorum ama, kendime olan öfkeden, bitiş anında yarış görevlilerinin uzattığı bir şişe suyu alıp fırlatıp bir de üstüne basmışım. Tam da dedikleri gibi: "Her maraton bir tecrübe işte." Bu maraton öfkeli, üzgün, ama güçlü çıktım. Demek ki daha farklı ve bilinçli çalışmam lazımdı. Okudum, araştırdım, 3 saat altı maraton koşanlara baktığımda edindiğim izlenim, en başta kilo vermem gerektiğiydi. Yani, benim boyum 176 cm kilom 76 idi. Anladım ki bu oranda bir kiloyla imkansız değil, ama zor olacaktı esas hedef. O zaman, ilk hedef kilo vermem gerekti. Diyet yapmadım ama daha dikkatli beslenmeye başladım. Bu süreçte Koşu Dünyamız "yağ kapışması" adlı, motivasyona dayalı bir kilo kontrol eğlencesi de başlamıştı ve bana da ilaç gibi geldi ve kafamdaki motivasyonu da bu şekilde sağladım.Toplamda 6-7 kilo verdim 80 gün içinde. İkinci olarak, uzun koşular. Maraton hazırlananlara en önemli tavsiyem de haftasonu uzun koşulara ağırlık vermeniz olacak. Bu nedenle, kendi antrenmanlarımda da değişiklik yaptım ve uzun koşuları daha bir özenli planladım. Uzunları 21k-25k-28k-30k-32k-35k-38k-35k-30k-21k olarak planladım ve bunları neredeyse yarış temposunda koştum. Çünkü bildiğim bir kural var ki onu hiç aklımdan çıkarmam "Hızlı koşmak istiyorsan, hızlı koşmalısın!"
Sub 3 Maraton için çok önemli iki konuda kontrol bendeydi artık. Zaten, işin en önemli üçüncü kısmı, zihin. İlk iki konuyu çözmüş olmam, kafa olarak da hazır olmamı güçlendirmiş oldu. Gel gelelim, Boston'un çok değişken hava durumu ve parkurun zorluğu beni düşündürmüyor da değildi. İki hafta öncesine kadar kar gösteriyor, ardından şiddetli aksi yönde rüzgar gösteriyordu hava durumu.


Boston Sokaklarında
Yurtdışı kaynaklı hava istasyonları o günü yağışsız ama rüzgarlı veriyordu. Zaten İstanbul Maratonu'nda o tokatı yemiştim ya; bir daha olmamalıydı. Fakat gerçek şuydu ki, hava tahminleri hiç düzelmedi ve hava rüzgarlı olacaktı. Elbette ki rüzgarın yandan olması bir nebze rahatlatıyordu,
karşıdan gelmesine göre. Neyse, yarış yaklaştıkça daha fazla parkur hakkında video seyrediyorum ki neyle karşılaşacağımı bileyim diye. Parkurun sert olacağını biliyordum, hele ki meşhur 2k'lık "kalp kıran yokuşu" gözümü korkutuyordu. Sağolsun, Boston Maraton Sponsorumuz Koşu Dünyamız'ın Kurucusu Gülsüm Öztürk Rüstemoğlu' nun (kendisine kısaca takımda "Boss" deriz, yazıda da öyle devam edeceğim) da bana bu konuda sürekli o kadar çok bilgi gönderdi ki beni mental olarak iyi hazırladı. Bir kaptanın uçak öncesi kontrolü gibi tek tek kafamda kontrolden geçiriyordum herşeyi:

1. Antrenman olarak hazırım.
2. Kafa olarak hazırım.
3. Kilo olarak hazırım. Ama işte, hava durumu ve parkur kafamda soru işareti oluyordu 
    sürekli.



Yarış bitiş noktası



Boston'ı konuştuğum herkes, özellikle de Gülsüm Hnm. "sen zaten oraya seçilmekle büyük başarı gösterdin gidip keyfine bak" diyordu ama işte gelin de onu bana anlatın. Bana Boston'da yol arkadaşlığı yapacak olan Selçuk Akbaba ile 14 Nisan Cuma günü 14:30 da uçağa bindik. Boston'la aramızda 7 saat zaman farkı var. 10 saat bir yolculuğun ardından 17:30 da Boston'a indik. Cumartesi günü sabah Selçuk'la koşarak ufak bir otel çevresi turu attık. Biz, ilk Boston sabahı koşumuzu takiben otele gelirken, Boston Maratonu'nda Fearless 261 adlı dernek adına maratonda koşacak Boss da, San Diego'dan gelmiş bizi bekliyordu. 3 Koşu Dünyamız koşucusu, ufak bir dinlenmeden sonra cumartesi günü yarış kitlerini almak için maraton fuarına geçtik. Birden, buzdağının görünmeyen kısmı göründü dedim kendi kendime. "Aman Allahım! Bu ne kalabalık, daha giriş kapısını göremedik ama binanın çevresinde 2 tur sıra var. İçimden ikinci defa "Welcome to Amerika" dedim. İlkini espri olarak uçak yere indiğinde demiştim Selçuk'a. Neyse 30 dk. bekledik kapıyı görebildik içeri girdik. Amaaa, burada da sıra var. Yani kapıya girmemizi sağlayacak ve ilk aşamalı kapıdan sonra bir başka kapı ve kuyruk. Yine 15-20dk bekledik ve ardından, gruplar halinde içeri alındık. Oradan da geçtik, en sonunda göğüs numarası için ayrılan yere ulaştık ve bize daha önceden gönderilen "Runner Passaport" larımızı teslim ederek numaralarımızı aldık. Ama işte biraz önceki sıra burada yoktu; "Nerede bu insanlar diyecektim ki" numaraları dağıtmak için en az 50 ayrı kişinin ve masanın gönüllülerle dolu olduğunu gördüm. Numaramızı almak 45sn. sürdü. Hemen karşı odaya yönlendiriliyorsunuz ve ordan da bedeninize göre tişört seçimini yapıp online olarak onaylıyorsunuz teslim aldığınızı. O işlem de 45 sn. dahi sürmedi. Özetle, Boston Maratonu 30 bin koşucu kapasitesiyle mükemmel organize edilmişti. Tişörtlerimizi deneme ve bedenimize uymazsa diye yenisini değiştirme kolaylığı dahi sağlamışlar. Elbette prestijli tişörtlerle ünlü Boston Maraton yazısı altında resim çekilme töreni. Orada da Boss ile pozumuzu verdik ve 😄😄 Yine bir parantez, 3 günlük Boston Maraton Fuarının ve yarışın, 655 bin nüfuslu Boston şehrine ekonomik katkısı $192 milyon. Dünyanın en eski ve prestijli maratonu işte böyle bir ekonomik katkıya da sahip. Fuarı da gezdikten sonra dışarı çıktık ve yukarıda kuyruğun kuyruğunu beklerken camdan gördüğümüz "Runners World Dergisi" stüdyolarına uğrayalım dedik ki bakın şansımıza kim içerde söyleşi yapıyordu. Kathrine Switzer ve Boss' un 261 Fearless gurubu! " İstesek bu kadar denk getiremezdik. Tabiki geçip dinledik her ne kadar çok anlamasam da, o ortamda bulunmak güzeldi.. Oradan da çıkıp, ertesi gün geçeceğimiz "Boston Marathon Finish Line" a geldik. Şimdi burayı nasıl anlatsam ki! Aklımda bi ton soru! " İki gün sonra buradan geçebilecek miyim? Ya da geçeceksem nasıl olacak? İstediğim sürede olacak mı? " O düşüncelerle işte buradayım ama daha iki gün var ve hazırlıklar çok hızlı; gören, sanki iki gün değil de iki saat sonra yarış başlayacak sanacak şekilde bir hareketlilik içinde. Canlı yayın araçları, polisler, kameralar, hatta öndeki elit atletleri takip edecek canlı yayın motorları bile ön deneme yapıyor en iyi görüntü için. Yani o hazırlıkları, mutlu telaşeyi görmek bile sizi heyecanlandırıyor. Şehrin en büyük düğünü gibi adeta. Hazırlıklar kusursuz. Hazırlıklar bi yana dursun, benim akılda hala hava durumu var 😂 Rüzgar ne yönden, kaç km hızla esecek? Kafada soru çok olunca, Boss'a ve Selçuk'a sürekli kafamdaki bu soruları aktardığımda, sağolsunlar onlar da hep olumlu motive ettiler; sadece "rüzgar" kelimesini duymak istemediklerini belirtip yasakladılar😊 geçtik fuar alanına. Heeee..işte biraz önceki kalabalık meğersem buradaymış, maratoncular hatıra ürünler almak için yarışıyor, tabi bu akına Boss da kapıldı.Neyse biraz daha dolanıp akşama Boston Belediye'sinin geleneksel makarna partisi vereceği yere gideceğiz yani gidecektik ama kapıdaki 30 bin kişilik kuyruğun bir kısmının canlı videosunu (yukarıdaki linkte) Boss bize 1,5 dakika sürdüğünü gösterince, bırakın yemek yemeyi, direk yarışa ancak geçeriz diye, en yakın pizzacıdan pizza alıp doğrudan otele geçtik. Malum dinlenmek gerek.


Yarış sabahı...

Saat 04:00 da uyandım..Heyecan var mı? EVETTTTTT. Akşamdan hazırlandım ama son kontrolleri de 5. kez yapmadan edemedim. Dropbag... Tamam. jeller..ayakkabı..göğüs no..👍 Boss'u , 261 Fearless ekibiyle koşacağı için, o zaten sabah 3 de otobüsüne binmek üzere "başarılar" dileyip uğurladık. Sıra bana gelmişti. Kahvaltı yapamadım heyecandan olsa gerek bir dilim kuru ekmek ve üstüne biraz tahin pekmez sürerek yedim. Çıkarken de otelin lobisinden aldığım bir adet muz sadece. Otelden sabah 06:00 da yarış alanına giden otobüslerin kalktığı yere gidecek servisi beklemeye başladım. Selçuk kardeşim de sağolsun sabah erkenden uyanarak beni hem motive etti hem de uğurlamak için aşağı kadar indi. Son kontroller de tamam.

Benim buradaki organizasyonu görünce anladığım, herşeyin bitiş alanında olacağı.Yarış yeri olan Hopkinton'a gidecek otobüslerde buradan kalkıyor. Dropbag'ı bırakacağımız yer de, burada yarış sonundaki 27.mil partisi de burada. Hatta, Allah korusun, birşey olsa, bence ameliyat dahi yapabilecek donanımlı yer de burada.

Otobüs alanına doğru giderken, ufaktan biraz heyecan yaptım. Çünkü her gurup için otobüs kalkma saati var renk ve numaralara göre. Bana verilen programda benim grubuma ait saate göre 06:00-06:45 de kalkacak Hopkinton'daki yarış alanına götürecek olan otobüs. Zaten otelden otobüslerin olduğu yer 15dk sürdü. İndim bakıyorum akın akın insanlar otobüse biniyor ama bir dakika!! Alışık olmadığım bir durum var. İnsanlar elleri boş gidiyor otobüslere!!!!! Eee ben bu elimdeki malzemelerle binemem otobüse! İşte ilk orda anlamıştım dropbag yerinin bitiş alanında olduğunu, hadi yürü bakalım biraz daha. Biz neye alışığız; yarış alanında teslim et bitiş de al! Üstüne üstlük otobüslere binerken arama ve numara kontrollerini görünce yığılan kalabalık benim adımlarımı hızlandırmam gerektiğini hatırlattı anında.

Otobüs bekleme yerine geldim. Bu nasıl harika bir system! 2 sıra en az 40 sarı "school bus" yani standart okul otobüsleri bekliyor. Sistem şu. Sıra sıra dizilmiş tüm otobüslerin yanında 2 sıra bekleme hattı oluşturulmuş içerdeki ve dışardaki otobüsler için ayrı ayrı cep yapılmış, her otobüs önünde de görevliler. Yeşil bayrak, yer olduğuna; kırmızı bayrak yer olmadığına işaret ediyor. 40 otobüs için de sistem bu. Yeşil bayrak tutan otobüs görevlisi gördün mü?? binnnn..ayakta yolcu alınmıyor! Hopkinton yolculuğu yaklaşık 45dk sürdü yolda kovboy şapkalı "trophy police" leri güvenliği sağlıyor. Bizim konvoy geçerken tüm bağlantı yolları kapatılıyor. İnsanlar sabahın o saatinde kalkmış içinde olduğumuz otobüsleri bile alkışlıyorlar.Yaww nasıl bir şehir nasıl bir kültür yaaaa!!
👏👏 Yarış yerine geldik; gerçi ben öyle sandım ki, burası daha bekleme yeriymiş! Şimdi içerdeki ortamı anlatıyorum. Sınırsız kahve,su,muz,enerji jeli (taşıyabilirsen 100 tane bile alırısın), simit, enerji barları falan falan daha gezemedim bütün standları, iyi de, bir şey yememem lazım, sadece kahve içtim sert ve şekersiz. Seyyar güneş kremi istasyonları..pişik kremi istasyonları..tuvalet desen sayısı belli değil. ben sandım Amerika'daki tüm seyyar tuvaletleri buraya toplamışlar. Alanın etrafı tuvaletle kaplı..ona rağmen sıra var; gerçi göğüs numarana göre tuvaletin bile belli dicem de neyse şaka şaka o kadar da değil..😄😄Ama ilk gurup geldiğim için çok sıra beklemedim.


İşte burada, uçakta sohbet edip geliş amacımızı söylediğimiz host arkadaştan uçakta bize verilen battaniyeleri neden istediğimizi çok iyi anlayacağınız yer. Hava sabahın ilk saatleri olduğu için soğuk ve hareketsiz bekliyorsunuz; dikkat donarsınız valla. Gerçi buradakiler yanıyor ama biz sıcakkanlı insanlarız kardeşim etkileniriz; battaniyeme sarılıp içeride THY reklamı yapa yapa geziyorum. Her milletten insan var. Otobüsler hiç durmuyor sürekli geliyor. Alan iyice kalabalıklaşmaya başladı ama yavaş yavaş da, bizim saat geliyor; anons ediliyor. "Red group six wave" piste girme zamanı 09:15. İlerliyorum ellerinde çıkış gurubunun numaralarını tutanlar ve aralarda duran görevliler sizin yanlış bir yere geçmenizi engelliyor. Diyelim bilerek ya da bilmeyerek yanlış yere geçtiniz. Sorun değil, zaten ileride yine çevirme var. Doğru yere geçirirler sizi merak etmeyin. 😊 Ben, yarış buradan başlayacak sanırken orası bir nevi sizi toplama alanıymış. Tabi ki de, battaniyemi, çevredekilere bakarak bu noktada bıraktım. Nereden bileyim 2-3km daha yarış yerine kadar yürüyeceğimi. Elbette bu şekilde yapmalarının sebebini anladım. Hani starta kadar yürürken bile olsa aynı hızda koşacakları bir arada tutabilmek için. Kafamı kaldırdım baktım dümdüz bir yol ama ucunu göremiyorum ! O kalabalığın ne başını ne sonunu görebiliyorum. Meğersem bu noktada Boss, sıcacık bir Boston evinin bahçesinde, Fearless 261 in yarış hazırlık evinde, ekibiyle benim o yürüdüğüm noktayı Koşu Dünyamız için kameralara alıyormuş! Dedim ya en az 2-3km gittik..aaa yine burada koca bir alan, son wc istasyonları burada da! En az 200-300 tane var.😄😄Gülüyorum, çünkü benim gibi bu yarışa ilk kez katılan o kadar çok kişi varmış ki, çünkü eğer 2.kez katılmış olsalardı yolda gördüklerimin hiçbirini yapmazlardı. Artık saate bakıyorum 9:50. Saat 10:00 da yarış başlayacak, ama hala yürüyorum, artık yaklaştım sanırım çünkü artık formula-1 deki gibi ceplere giriyorsunuz. Kırmızı gurup için dalgalar 1-2 önde 3-4 onun arkasında 5-6, 7-8, 9-10 diye arkaya doğru gidiyor, birden herkes durdu Amerikan ulusal marşı okunuyor. Bu arada gözüm bayrakta ama benimki rüzgarın yönünü görmek için. Ohhh! çok şükür rüzgar batı yer yer kuzey-batı esiyor. Önden gelmeyecek demektir. Bu süper oldu.

Neyse ileri doğru daha da yaklaşacağız sanıyorum ilerliyoruz; ilerde bir ses bir çığlık geliyor ama daha var sanıyorum çünkü o çığlıklar o sesler hiç durmadı ki. Baktım, start çoktan verilmiş! Yani yarışın başladığını zerre anlamadım. Saati iyi ki hazır bekletiyormuşum ki hemen başlattım. Hani ne olduğunu anlamadan yarışa başladım. Eee hani ben 03:00:04 le buraya qualifier olmuştum. Hani ben hızlıydım? Önümdeki kalabalığın başını göremiyorum. Eee ben bu kadar insanın içinde nasıl koşacam da nasıl geçecem de nasıl sub-3 yapacam! Amanıınn!!! O da ne! Köprü trafiğini düşünün o kadar araba yoğunluğu var ama arabalar 150km/h ile gidiyor ve bütün arabalar yoğunluktan tampon tampona. Tabi burada arabalar, biz maratoncular oluyoruz. Aynen öyle, çok kalabalık ama herkes hızlı gidiyor. Sel gibi! Durayım, desen duramazsın. O kalabalığın içinde akıyorsun.


3km-Ashland'a geldik. Nispeten inişti ama ufak ufak çıkışlarda yok değil.Burası küçük bir yerleşim olduğu için sanırım tüm kasaba inmiş yollara.

8km-Framingham'a geldim ama ne çabuk geçti 8km, ortalama 4:04 pace ile gidiyorum. Nispeten biraz daha büyük bir kasaba çünkü izleyiciler daha da kalabalık ve coşkulu..hani parkurun şurasında yada burasında halk koşanlara bişeyler ikram ediyor dicem ama böyle bişey olamaz 42k boyunca her yerde kimin elinde ne imkan varsa veriyor. Muz dilimleri, portakal dilimleri,havlu peçeteler, ıslak süngerler, bardak sular,dondurmalar,buz poşetleri,enerji içecekleri,jeller...

12km- Natick' e de ulaştım ama sanki kendimi engelliyormuşum hissine kapılıyorum 4:04-4:05 pace gidiyorum.


19km- Wellesley'e geldim. Hadi artık azalsın şu kalabalık diyorum ama hala yok, dirsek dirseğe gidiyorum. Ama hızda azalma yok 4:05 pace ile devam. Tek sıkıntı, su istasyonlarına gelirken herkes sağa sola yanaştığı için dalgalanma ve hız azaltıyoruz ama sorun değil, çünkü 10.sn düzeliyor tempo..Bu arada artık yol kenarındaki izleyiciler de hala anlamadığım şekilde bazı yerlerde sanki bilinçli olarak toplanıyorlar ve o kadar çok coşuyorlar ki sanki eğlenmeye onlar gelmiş..konserler.. konfetiler...çığlıklar.... alkış kıyamet.. insanın durup onlarla coşası geliyor. Heee aklıma gelmişken, sakın Boston Maratonu'nda kulaklık müzik olayına girmeyin; müziksiz hayatta koşmayan ben, tavsiyeleri dikkate alarak,  o anı yaşamak istedim ve iyi ki de kullanmadım o anlara şahit oldum. Hiç ihtiyacınız yok...onların sesleri sizi aşırı motive ediyor zaten.

25.5km- Newton'dayım artık. Boston şehir merkezi en kalabalık izleyici kesminin olduğu yer ise burasının da oradan farkı yokmuş. Yani burası da oradan aşağı kalır değil hatta coşku yönünden orayla yarışır diyebilirim. Zaten ilerideki çığlık tüneli "kiss me runner" tabelalarıyla dolu..ama aynı zamanda 30km deki "kalp kıran yokuşu" da burada. Sanırım ikisinin de aynı yerde olması, hani yokuşun can sıkıcılığını bu şekilde geçirelim diye ve işte kalp kıran ve çığlık tüneli! Nasıl bir gürültü nasıl bir ses anlatamam; zaten gördüklerimi de anlatmayayım😜😜 Sanırım "o"malum tabelalardan olacak😄😄 artık dirsek dirseğe gitmiyorum daha rahatım ama hala önümdeki insanları geçmek için sağa sola geçiyorum. Ama o da ne! önümdeki koşucuların yokuşdaki görüntüsünü görünce bir de artık önümde yürüyenler olunca direk motivasyonum ve hızım azaldı. Anlık pace 4:40/4:50 gidiyorum diye aklıma size de tavsiye edeceğim diğer yokuşlarda da kullandığım taktiğim geldi. Nefesi bozmadan "Başı iyice öne eğmek". Bu hem Vücudunuzun merkez noktasını öne veriyor, hem yokuşu görmüyorsunuz, hem de yanınızda yürüyenleri. Kandır bakalım beynini kandırrr Volkan Yıldız! Ne yapalım, başka türlü o yokuş geçer mi?Arada sırada etrafa bakıyorum ama önüme değil yanlara. Zaten 25km den itibaren yokuşlar iyice sertleşmişti ve 30-32km arası iyice dikleşti. Dolayısıyla da, pace yavaştan düşmeye başlıyor. Ama izleyiciler o kadar coşkulu ki kim takar kalp kıranı! Bu tempo gidersem dedim ki, "02:54:00 de bitiririm bu yarışı!"

36km- Brookline artık iyice yaklaştığımı anladım Boston'la iç içe olduğu için. Artık şehir içindeyiz diyebilirim ama daha var bi 6km; sanırım kalp kıran yordu ve beni ort.pace 4:08 lere çıktı bile. Neyse durmak yok Sub-3 gelecek ama kalp kıran çok yıpratmış olmalı ki zaten mesafe de artık bayağı geçtiğim için iyice yorgunluk başladı. Fakat bazen öyle bir gaza geliyordum ki 39km de tempomun bazen 3:45pace indiğini görüyorum nasıl gaza geliyor insan nasıl! 😄ama işte bu da bir tecrübe hızlan dur bu da etkiliyor ama olsun kalmış şurda az bir mesafe.


Mutluluk
40km- Daha önce Boss'un söylediği işte o tabela göründü uzakta CİTGO, ünlü benzinci😂 CİTGO'ya gelince, bitişe sadece 1 mil yani 1.6km kaldığını anlıyor herkes. Ve yarış neredeyse bitiyor; ama daha var mesafe. Yavaş yavaş kafamda nasıl bitişe gireceğimin planını yapmaya başladım..Maraton bekleme alanında koluma yazdırdığım kızımın ismini açarak ve KOŞU DÜNYAMIZ bayrağı ile girecektim bitişe, derken işte o kocaman reklam panosunun önündeyim. CİTGO. Sağdan soldan her yerde 4-5 sıra halinde kenarlarda insanlar, alkış, bağırış çığlık, müzik ne ararsan var ve işte herkesin vücuttaki son enerjilerini o depara sakladığı son düzlük, ileride bitiş gözüküyor ben son dönüşten önce TÜRK Bayraklı balonumu şişirdim ve KD bayrağını çıkardım..Kollarımı aça aça giriyorum bitişe. Veeeee işte 02:56:17 ile ben artık "Boston Maraton Finisher" dım.
Hayran kaldım herşeye, hayret ettim bu maraton kültürüne. Sevinç,mutluluk,şaşkınlık,üzüntü ne varsa yaşadım vallahi. Herşey için teşekkürler Koşu Dünyamız ve yol arkadaşım Selçuk Akbaba. Veee Boss, Koşu Dünyamız'ın ilk kurulduğunda sana inanmadığım için özür dilerim. "Bir gün sen Boston Maratonu'nu Koşacaksın!" dediğinde. Türkiye'de umut ediyorum bir gün biz de Boston Maratonu tadında bir yarış koşarız ve her maratoncu gerçek Boston'da koşma fırsatını yakalar.


VOLKAN YILDIZ